“Farklılıklarımızın, ortak olan insanlığımızdan daha önemli olduğunu vazeden kimlik siyasetleri zehri, çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceği için en büyük tehlikedir.”
Bu sözler, ABD'nin 42. Başkanı Bill Clinton'a ait. Kimlik siyasetleri insanların ve grupların farklarını öne çıkarırken, bir arada yaşamın da altını oyuyor. Ülkemizde de uzun süredir kimlik siyasetleri büyük bir etkiye sahip. Siyasal kimlikler kültürel kimliklerle tanımlanıyor. Dindar muhafazakârların bir partiye, Türklerin ve Kürtlerin ayrı partilere, Alevilerin ve seküler bir yaşamdan yana olan kesimlerin diğer bir partiye oy ve destek vermesi oldukça normal karşılanıyor. Böyle olunca da gerçekleştirilen seçimler nüfus sayımlarından çok da farklı olmuyor. Peki, bu durumun sebebi ne? Neden ülkemizde ve dünyada uzun süredir kimlik siyasetlerinin yarattığı bölünmeler siyasete şekil veriyor?
Bu gelişmeyi yaratan başlıca etken, bütünsel ve kapsayıcı siyasal kimliklerin itibar ve güç kaybetmesi. Bütünsel ve kapsayıcı siyasal kimliklerle gerçekte ulus ve sınıfı kastediyoruz. Ulus, ilk bakışta etnik bir çağrışım yapabilir. Ancak kavramın vatandaşlık bağına vurgu yapan bir siyasal kategori olarak kullanımını öneriyoruz. Ayrımcı bir vurgusu olmayan, bir arada yaşamdan ilhamını alan ve her yurttaşı kapsayan bir ulus tanımı. Böyle bir ulus kavramı bütüncül bir siyasal kimliğin önkoşulu. Ancak istikrarlı bir siyasal rejim için sadece birleştirici bir siyasal kimlik olarak ulus yeterli değil. Bunun yanında ekonomik çıkarların temsiline dayanan kurumlar da istikrarlı siyasal rejimler için gerekli.
Kabaca 20. yüzyılın son çeyreğine kadar Batı Avrupa demokrasilerinin istikrarını sağlayan ayrım hattı, sınıfsal bölünmelerdi. Sınıfsal farkların yarattığı çatışma potansiyeli ise İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yaratılan yeni ekonomik ve toplumsal düzenle çözümlendi. Bu sistemde devletin hakem konumunda olduğu bir pazarlık masasında bir tarafta kapitalistler bir tarafta işçi sınıfı vardı. İşveren ve işçi örgütleriyle, devletin oluşturduğu bu üçlü sacayağında kurulan toplumsal düzen işçiler için güvenceli bir çalışma yaşamı ve yüksek ücretleri garanti ediyor, işverenler için ise toplumsal devrim ve grev dalgaları tehdidini ortadan kaldırıyordu. Sosyal demokrat partilerin öncülüğünü yaptığı bu büyük uzlaşma sadece ekonomik ve toplumsal planda kalmadı. Siyasal alanda da bu uzlaşmaya dayalı bir işçi-işveren dengesi oluştu. Batı Avrupa'nın savaşı izleyen 30 yılda yaşadığı “Altın Çağ” işte böyle mümkün olmuştu.
Ancak 1970'lerden sonra küreselleşme ve yükselen yeni muhafazakârlığın etkisiyle bu manzara hızla değişti. Ulus ve sınıf birer siyasal kimlik olarak önemini yitirmeye başladı. Bu durum yaşanan büyük toplumsal dönüşümlerin bir sonucuydu.
İlk önemli dönüşüm, büyük sanayi yatırımlarında güvenceli koşullarda çalışan işçilerin emek piyasasındaki oranının azalmasıydı. Ayrıca emekçi sınıflar arasındaki bölünmeler arttı. Özellikle hizmet sektöründe yaşanan hızlı büyüme bu sektörde örgütlenmesi oldukça zor bir emekçi sınıfı üretti. Bunun yanında işçi örgütleri de eski gücünü kaybetti. Hem üye sayıları hem de toplumsal güçleri hızlı bir şekilde azaldı. Küreselleşmenin ve finansal serbestleşmenin etkisiyle emek yoğun sanayi yatırımları çevre ülkelere kaydı. Bu durum hem merkez ülkelerdeki işçi hareketlerini zayıflattı hem de çevre ülkelerdeki emek sömürüsünü hızlandırdı.
Son değişim ise kültürel plandaydı. İşçi sınıfının geçmişte kendi alt kültürü varken, günümüzde emekçiler de kitle kültürünün bir parçası haline geldi. Böyle bir durumda işçi sınıfı partilerinin tüm emekçileri temsil etmesi zorlaştı. İşte bu şartlarda önemi azalan ulus ve sınıf kimliklerinin yerini kültürel kimlikler aldı. Kimlik siyasetlerinin bu denli etkili olması ve diğer bölünme hatlarının siyasete tercüme olamaması, 21. yüzyıl siyasetinin en önemli meselesi olarak orta yerde duruyor.
Kimlik siyaseti kimin lehine?
Ülkemizde kimlik siyasetinin genel olarak iktidardaki AK Parti'nin ve muhalefette bulunan MHP ve HDP'nin avantajına bir durum yarattığı sıklıkla söylenir. AK Parti muhafazakâr söylemi İslamcı kimlik siyasetiyle bütünleştiren yaklaşımıyla gelenek/modernlik, dindarlık/sekülerlik gibi karşıtlıkların arasında bölünen toplumun çoğunluğunun desteğini alabiliyor. AK Parti böylelikle kazandığını ve tabanını pekiştirdiğini düşünebilir. Ama kimlik siyaseti ülkedeki bütünsel siyasal kimliği zayıflatıyor. Siyasal bilincin şekil verdiği bir ulus olmanın temellerini ortadan kaldırıyor. Aynı zamanda kültürel kimlikler müzakere edilemediği, esnetilemediği ve çok da kolay değiştirilemediği için ülkedeki siyasal kutuplaşma artıyor. Özetle kimlik siyasetleri AK Parti'nin üzerinde durduğu dalı sağlamlaştırıyor ama ağacın gövdesini çürütüyor.
MHP ve HDP de yine kimlik siyasetinin sunduğu imkânlarla kendilerini parlamentoya taşıyacak bir desteği sürekli kılabiliyorlar. Bir an için bu iki partinin söyleminden Türk ve Kürt sözcükleri çıkınca geriye ne kaldığını düşünelim. Benim kanaatim çok da bir şeyin kalmayacağı yönünde.
Kimlik siyasetleri karşısında ana muhalefet partisi CHP'nin konumu biraz daha karmaşık. Kimlik siyasetleri CHP'ye bir yandan kazandırırken bir yandan da kaybettiriyor. Kazandırıyor çünkü bu sayede CHP ülkenin batısında önemli bir destek buluyor. CHP için İzmir ya da diğer Batı Anadolu şehirlerinde eriştiği oy düzeyi, kimlik siyasetinin yükselişi olmasa bir hayalden ibaret. Kimlik siyasetlerinin CHP'ye kaybettiren özelliği ise partiyi azınlıkta olmaya ve kalıcı ana muhalefet partisi konumuna hapsetmesi. Bunun nedeni kimlik siyasetlerinin hâkim olduğu bir durumda, CHP'nin temsil ettiği kültürel kimliğin/kimliklerin ülke genelinde çoğunlukta olmaması. Ancak CHP'nin son iki seçimde başarısız da olsa kimlik siyasetleri cenderesinden çıkmaya çalıştığını not edelim. Kalıcı ana muhalefet konumu hem tabanın iktidar olma baskısıyla hem iktidardaki partinin hâkim parti olma vasfıyla yarattığı baskıyla birleşiyor. Bu iki baskı karşısında CHP yönünü kaybetmiş gemi misali koca okyanusta dönüp duruyor, hiçbir limana varamıyor.
Peki, iş işten geçti mi? Kimlik siyasetlerine kesin olarak mahkum muyuz? Bu durum değiştirilebilir ve kimlik siyasetlerinin yerine daha istikrarlı bir rejimi mümkün kılacak başka ayrım çizgileri önem kazanabilir. Bunun gerçekleşebilmesi için en başta sol partiler geleneksel işlevlerini yerine getirebilmeli. Kitleleri kimlik siyasetlerine yönlendiren başlıca neden, kişilerin kendilerini eşitsizliğin mağduru hissetmesi. Solun eşitlikçi bir iddiayla bu insanların karşısına çıkması kimlik siyasetlerini geriletebilecek en önemli çözüm.
Türkiye siyasetinin merkez sol aktörü olan CHP'nin sivil toplum alanıyla bütünleşmiş bir parti olarak örgütlenmesi ama daha önemlisi ekonomik ayrımları ve kategorileri siyasetin konusu yapabilmeyi başarması gerekiyor. Sendikalı işçilerin bütün çalışanlara oranının sadece yüzde beş olduğu bir toplumda bu gerçekten zor bir görev.
Ama siyasal ayrımlar toplumsal gerçeklik olduğu kadar bir yandan da iletişimsel karakter taşıyor. Yani kimlik siyasetleri yerine ekonomik farkların ve ayrımların siyasetin konusu haline gelmesi ve anlamlı politik ayrımlar oluşturmaları aslında siyasetçilerin bunları başarmasıyla ilgili. Siyaset oyununun kazananlarının bu durumu değiştirmesini beklemek safdillik olur. Kaybedenlerin bu durumu fark etmesi için ise anlaşılan bir süre daha bekleyeceğiz.
Doç. Dr. Yunus Emre, İstanbul Kültür Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. Ayrıca Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) Üyesi, Toplumcu Düşünce Enstitüsü Kurucu Üyesi ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Gençlik Kolları Eski Genel Başkanı. Türkiye’de siyasal hayat ve kurumlar, tarih yazımı ve karşılaştırmalı siyaset alanlarında çalışmalarını yoğunlaştırıyor. Emre'nin 'CHP, Sosyal Demokrasi ve Sol' (İletişim Yayınları, 2013) isimli kitabı, 2014 yılında 'The Emergence of Social Democracy in Turkey' başlığıyla IB Tauris tarafından İngilizce basıldı.
Twitter'dan takip edin: @yunusemre
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Al Jazeera'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.